29.1.13

vurdu gol oldu...

Hellooo iğka' cı... Önümüzdeki 45 bilemedin 50 dakika boyunca beraber olacağız... Sen elinde not defterin , sabitleşmiş gülümsemen , kurumsal kıyafetinle kendinden emin bir şekilde görüşme odasına girerken ( ki bu görüşme odası genelde şirketin ne işle , hangi sektörle uğraşıyorsa artık, muhtemelen onunla ilgili bir isim almış olur ) ben de 10 dakika önce, elimde danışmadan verilen ve hemen şeklini şemalini incelediğim , nereme koysam rahat ederim , zincirini ne kadar uzun tutmuşlar vs.diye beni tonla hastalıklı düşünceye daldıran  ziyaretçi kartının rahatsızlığıyla , görüşmelerin olmazsa olmazı -karşındakinde güven samimiyet  huzur mutluluk ve bu çocuğu bu işe al dedirten - lacivert takım elbisemle ve  içeri girerken olmazsa olmaz ilk soru olan ne içersiniz sorusunun cevabı , vücud bulmuş hali , acı mı acı sade nescafemle uğraşıyorum... ( iç ses; iğka'cı:1 ben:0 ) Ve şimdiiiii öğrendiklerimizi masaya dökme zamanı... Ama tabi sabırlı olmalı ve bu maratona start verecek  kuru sıkı tabancanın  maytabı olan , istersem benim üniversiteden başlayarak bugüne kadar neler yaptığımı kısa bir şekilde özetlememle görüşmeyi resmen başlatabilir sen de o sırada cv' im üzerine kısa notlar alabilirsin... Ama ben anlatmak istemiyorum iğka' cı ... Zaten bunların hepsi hem de özet halinde önündeki kağıtta yazıyor... İçimden acaba kimse - isterseniz siz kendini anlatın  lafına istemiyorum demiş midir ? diye düşünürken kendimi eğitim hayatımı anlatırken buluyorum... Ruh saçmalarken beyin devralmış kontrolü , sen sus salak yakıcan kendini , neyse ben ezberden idare edicem , sen de kendini topla diyor... ( i.s.: beyin:1 ben :0 ) Anlattığın kendin olunca bir de bu anlattıklarını daha önceden kağıda da yazmış olunca bir yerden sonra ezberden gidebiliyorsun , bunu farkettim... Görüşmede bu süre bir nevi boş zaman gibi oluyor... Çünkü iğka' cı sen o sırada not almakla meşgulsun ya da kendini meşgul gösteriyorsun ... Belki de kalemini deniyorsun ya da yeni bir yazı stili... Belki cv' min yanına -cacık olmaz , sıkıldım , bla bla bla - yazıyorsun... Belki bunları görüşmeden sonra "kolig"lerine gösterip ofisin neşe kaynağı olacaksın... Ne yaparsan yap sen birşeylerle uğraşıyorsun iğka' cı ama ben ezberden gidiyorum , takılıyorum ya bildiğin ... ( i.s.: iğka' cı: 1 ben: 1 ) Bu bitince ise asıl şov başlıyor iğka' cı... Ve sen onca eğitimden , "kolig"lerinden , mentorunden , abilerinden , ablalarından öğrendiğin -adam eleyen , yetenek yakalayan , özellik bulan - sorularını soruyorsun... Öyle bariz değil tabi ki , sinsisin iğka' cı!! Aralara sıkıştırılmış ilk bakışta anlaşılmayan ya da amacı görülmeyecek şekilde bırakıyorsun bombaları... Bombayı bırakıyorsun ve bana da kırmızı mı yoksa yeşil kabloyu mu keseceğimi anlayabilmek  için 2 saniye bırakıyorsun... 2 saniye sessizlikten sonra doğru kabloyu kestim kestim kesemedim bomba bariz elimde patlıyor iğka' cı ...Görüşmenin sonunda  masadan kalıntılarımı kazırken - geldiğiniz için teşekkürler , sürecin olumlu devam etmesi halinde sizinle irtibat kuracağız - diyorsun sistematik bir şekilde... Ben de sana gülüyorum kalan bir kaç kalıntımla , - görüşmek üzere - diyorum... Ama biliyoruz ki ne süreç olumlu ilerleyecek ne de görüşeceğiz... ( i.s.: iğka' cı:2 ben: patlak ) ... Tabi illa patlayacağım diye birşey yok iğka' cı... Ben de az malın gözü değilim , elimi kolumu sallayarak gelmedim buraya... Ben de çalıştım sorulara , ben de hazırlandım , ben de asıl riskin bu kağıdı boş bırakmak olduğunu biliyorum ! Gönder bombaları diyorum , gönder de teker teker etkisiz hale getireyim hatta mümkünse düz kontak yaptırıp sana geri bırakayım diyorum iğka' cı , seni patlatayım ... Savaşa giriyoruz senle durup dururken iğka' cı... Daha 20 dakika önce beni güler yüzle karşılarken , içecek verirken , ben iki dirhem bir çekirdek iken işler bu kadar kısa sürede çirkinleşiyor... Bombalar patlıyor... Neden böyle olduk iğka' cı gerek var mıydı tüm bunlara... Demek ki var iğka' cı , bu savaş olmadan , bu bombalar patlamadan olmuyor bu işler demek ki... En tehlikeli dakikaları atlaktıktan sonra sakinliyoruz... Sen ,eğer ben istersem , pozisyonun özelliklerinden bahsetmek istiyorsun... Yine düşünüyorum , bu soruya da istemiyorum diyen var mıdır diye ... Ve sonuç olarak havada uçuşan onlarca - isterseniz - in aslında bir istememe seçeneği anlamına gelmeyeceğini anlıyorum...Burada olarak birçok şeyi istiyorum demiş oluyoruz demek ki iğka' cı... O yüzden sorma bana artık opsiyonel sorular , boşuna seçenek düşündürme, gel ezberden gidelim...   Sonra bakıyorum sen harbiden de ezberden gidiyorsun iğka' cı ... O kadar çok insanla görüşmüşsün ki pozisyon özellikleri deyince de sen otomatiğe bağlıyorsun ... Bu da senin boş zamanın görüşmedeki!! Ben ise birşeyler öğrenmek için , ve kurumsal kişiliğimin - o son dediğinizi anlamadım - gibi beni yetersiz , sağır , kafası ağır işleyen , salak , gerizekalı  anlamlarına çekebilecek bir soruyu sordurmayacağı için full dikkat dinliyorum seni iğka' cı ... Sen ise boş takılıyorsun ezberden iğka' cı... ( iğka' cı : 3 ben: 1 ) ... Bir yandan seni dinlerken senden yediğim 2 farklı yenilgiyi düşünüyorum... Çıkışta arayıp görüşmeyi soracak olanlara bu golleri nasıl yediğimi , suçun  ben de değil hakem de olduğunu anlatacak cümleler düşünüyorum... Artık görüşme bitti ben yavaştan kaçar , ulan erken de bitti oh biraz vakit kaldı bana  , akşam ne yesem gibi düşüncelere doğru yol alırken , sen yüzünde -daha duurr - bakışıyla , vaktim varsa  ve yine istersem! bir iki de ingilizce soru sorup ingilizce mülakatı da aradan çıkaralım diyorsun iğka' cı... ( iğka' cı:4 ben :1 ... ağlamak istiyorum sayın seyirciler... ) İstemiyorum lan !!  diyorum ... İstemiyorum !!!Madem soruyorsun aha söylüyorum ben de i-s-t-e-m-i-y-o-r-u-m !!! Kendimi - açıkçası hazırlanma şansım olmadı , diğer bir görüşme olursa tabi ki yapabiliriz - derken buluyorum... Ruhum kritik eşiğin sınırlarında dolanırken beynim yine kontolü ele almış... Bir yandan da senden bu kafayla bir cacık olmaz hacı diyor ... Sus lan!!!  Beynimle konuşurken buluyorum kendimi ve iyice dağılıyorum... ( iğka' cı 5 : ben : 1 ... yazık çok yazık sayın seyirciler... ) Vee 50 dakika doluyor iğka' cı ... El sıkışırken halen bu uzun zincirli ziyaretçi kartını ne yapsam diye düşünüyorum... Bir yandan artık bunu düşünmene gerek kalmadı birazdan bu kartı vericen uzzzuuuuuuuuuuuunn bir süre de görmeyeceksin diyorum ... Diğer yandan da kendime bu iğka' cı buradaki kısa kariyerimi  50 dakikada aday' dan  harbiden "ziyaretçi" yaptı diyorum ve gülüyorum kendime ... Kartı teslim edecekken acaba güvenliğin başına atıp koşarak kaçsam mı lan diyorum, şu sıkıntılı günüme heyecan olur , neşe olur... Tam kart ve güvenliğin kafası arasında gerekli ayarlamaları yaparken beynim yine devreye giriyor ve ehliyetin onda gerizekalı nereye kaçıyorsun diyor... ( güvenlik :1 ben : 0 ) ... Güvenliğe iyi günler derken telefonum çalıyor ... Mağrur ve gururlu bir ifadeyle telefonu açıyorum ve ilk açıklamamı yapıyorum; elimizden geleni yaptık ama maalesef bu hakemlerle çok zor!!!... 





--------------------------------------------------------------------------------------------
1d3i1p@gmail.com

21.12.12

21.12.2012

Pıt !? ...   :) 










---------------------------------------------------------------------------
1d3i1p@gmail.com

20.12.12

kayıp...

Herşey ne kadar güzel başlamıştı oysa ki ... Rengarenk kalemlerimiz , çantalarımız vardı... Üzerlerinde türlü türlü cizgi film kahramanları, figürler... Önce düz çizgilerle başlamıştık sonra yatay , yatık çizgiler geldi... Sonra yavaş yavaş okuma sayma girişimleri... Hecelemeler , sayfada kaç tane meyve (iç ses: meyva?) olduğunu bulmalar , sayfadaki farklı olanı bulup işaretlemeler... Cin Ali ile beraber hecelemeden okumaya yatay geçişler (i.s.: r ile biten heceleri ne kadar da uzatırdım arrrrrr-ka-daş) ... Kümeler , kesirler , tamlamalar , betimlemeler... Sonra gelsin her derse ayrı ayrı hocalar... ( i.s: ilk nooluyo lan deyiş ) Üslü sayılar , coğrafya , tarih , kafiye çeşitleri (i.s.: allaa allaaa ?) ... En sonunda da gelsin büyük hollywood yapımı prodüksiyon , bombalı , flashlı , zıplamalı , ışıklı final... ÖSS, ÖSYM,OGS ya da herneyse işte... Muhtemelen hayatımızın ilk yarış atı modu ama son değil kesinlikle... (i.s.: ben genelde samanlıkta durup  antremanlara koşuya az kala çıktım gerçi ama o bile yetti...) Vee üniversite... Ben atomu parçalayıp , o parçaladığım atomları yine kendi tasarladığım turbo dizel 22 vitesli uzay aracımla Pluton' a yollayacaktım??! ama gel gör ki Pluton gezegen değil dedi kendi bilmezin biri  ve benim bütün devreler işte orada yandı... Kendimi bildim bileli yani profesyonel eğitim hayatımda (i.s.: sonuçta kitaptır defterdir kalemdir yardımcı kitaptır  dersanedir bayağı para yiyor bu eğitim işi hacı bildiğin profesyonel bir sektör yani ) böyle bir yıkımı ilk pi' yi 3 alabileceğimi öğrendiğimde yaşamıştım bu da ikincisi oldu... İşte o zaman bıraktım kendimi playstation kafelerin, bir yön kumandalı , 4 üst , 2x2 başparmaklı , titreşimli, kablolu kollarına...  Orada da oyunları oynamayı beceremediğimi anlayınca okulu bitireyim de artık atılayım hayata artık bir yetkili , bir uzman olayım , bir supervizor (i.s.:bu ne iş yapar ki acaba diye  ne çok sormuştum kendime) bir "şey" olayım dedim... (i.s: iyi bk yedim) Sonuçta biz böyle büyütülmüştük... Oku büyük adam ol demişlerdi bize... Mimar ol, doktor ol, bankacı ol, bilgisayar mühendisi ol... İyi para kazan , arabanı al , evlen , kredi ile evini al sonra da çocuk yap...  Adapazari Ekspresi anasini satayim:))  Hedefler değişik olabilir ama tren oldugumuz baki... (i.s.:Gerçi ara sıra kendimi trene bakan öküz gibi de hissetmedim değil ) Öyle böyle bunların birçoğunu yaptık yapıyoruz ya da yapacağız... Ama sanırım "neden" yapıyoruz sorusunu hangi arada sorduk ve de cevabını bulduk ya da sorduk mu onu ben işte hatırlayamıyorum kendi adıma... (i.s.: artık ne içtiysem ) Robotik bir şekilde (i.s.: robotik diye bişey var mı acaba yoksa ve tutarsa "ben buldum,birim!!" ... ) herşeyimiz "tamam" olsun diye debeleniyoruz... Ama kusurluluk , eksiklik bir seçenek mi (i.s.: bazı şeylerin eksikliği gerçekten eksiklik mi ?) öyle de olabilir mi ? Bunları hiç bilemiyoruz belki de hiç bilemeyeceğiz... (i.s.: robotik diye birşey var galiba bu arada yaa ) Tamam şu anda da herşeyimiz tam değil ve milyon tane o da olsa iyi olur ah bi' şundan da olsa dediğimiz tonla şey var... Ve bunları elde edebilmek için umudumuz , kariyer planlarımız , hedeflerimiz  var tutturmak için de  debelenip , gecemizi gündüzümüze  kattığımız... En başında da dediğim gibi ... O Plüton nasıl gezegenlikten çıkar arkadaş ?? Yok yok o değildi... Herşey çok güzel , çok renkli , çok basit başlamıştı... Sabah servisimiz kapıdan alır okulumuza getirir , akşam üstü eve bırakır... Bir atıştırmalık yer , biraz çizgi film izler sonra da akşam yemeğine kadar defterine 3 sayfa çizgi çizme , elma armut boyama ödevini yapar , yemeğini yer  , biraz takılıp yatardık... Gecemiz , gündüzümüz , haftasonumuz , haftaiçimiz belliydi... Başlangıç ile şu anki son nokta arazındaki mesafe bayağı kazık şekliyle duruyor önümüzde... Belki de bana en çok bu koyuyordur , bilemiyorum...  Arkadaş ne ara  ipin ucunu kaçırdık , nerede birşeyleri farketmedik de iş buralara kadar geldi ? O zaman da alıyor bir endişe ??!!!(i.s.: pimpirik )  Belki şu anda da birşeyleri yine farkedemiyoruz ve bir 10 sene sonra ( i.s.: niye hep 10 sene derler ki , ben 8 dicem anasını satayım  , benim yazım lan bu!! ) 8 sene sonra yine aynı şeyleri düşüneceğiz ve bu sefer de 8 sene öncesini özleyeceğiz ? Yine birşeylerimiz eksik olacak , ihtiyaçlarımız , olmazsa olmazlarımız  mutlaka sahip olmamız gereken yeni yeni şeyler olacak... Sarmaldayız yani, rutinde... Arkadaş insan içsel dünyasına dönüp nerde hata yaptığını ararken bile rutine düşer mi ?! : )) Nasıl bir hayat lan bu !? :)) ( i.s.: tarih tekerrürden ibarettir deyip , kendimi kurtarır mıyım acaba ? yok lan kurtarmayacağım böyle diye diye bu hale geldik zati... ) Bu kadar sahip olmamız gereken! şey olunca , onları elde etmek içinde plan program  , plan-programlar da hedefleri getiriyor... Her hedef de o kadar kendimizi kaybetmemizi ... Olmayan hedefler de hep başa dönüp düşünmeyi... Hedefe neden ulaşamıdığına ilişkin soruları getiriyor ... Sonra da olmayan hedefe ulaşmak için plan program ve o plan programın hedefleri... Ooyyyy ooyyyy oyyy...Belki de bir hedefimizin olmaması , olmayan hedefin tutup tutmama gibi sorunu olmayacağı için bizi bu iç burukluğundan kurtarabilir ?  Belki rengarenk çizgi kahramanlı çantalarımız olmaz ama yeniden sayfalara elma armut çizip içini boyayabiliriz... Belki de akıllı amcalar teyzeler tarafından  yazılmış çizilmiş bu "career path"  lerden çıkıp ormana , çayıra , çimene dalmak en doğrusu , en olması gerekendir... Orada hep kitaplarda kağıt üstünde kaç tane olduğunu saydığımız  davukları (i.s.:  hee davuk  :) ) kovalayıp  koşturmak güzel olan , aklımızı boşaltacak olan belki... Bir çoğu anlamaz bizi , deli , kayıp gözüyle bakarlar bize belki de... Ne yapalım? Hepimize harita vermişler... Ama nasıl kullanılacağını öğretmemişler... Biz de "yukarı" gidiyoruz diye -dip-te bulmuşuz kendimizi... 

13.12.12

özgür...

Özgür değil miyiz ? 
Özgürüz bal gibi... 
Tamam ufak tefek birkaç nokta var bunların haricinde özgürüz yani... ( iç ses : ne diyorum ben hiçbir fikrim yok !? ) Tamam ofise girerken , çıkarken , işemeye giderken , kahve molası verirken kart okutmamız lazım yoksa kapılar , turnikeler açılmaz , giremeyiz çıkamayız hiçbir yere... Yani her zaman ben buradayım demek durumundayız birilerine... Eğer kart okutmuyorsunuz muhtemelen daha ufak bir organizasyon içindesiniz demektir yada sizi bir şekilde zaten takip eden bir sistem kurmuşlardır çoktandır demektir... Ne diyorduk , özgürüz biz... Canımız sadece hava alıp kahve içmek istediğinde o yüzden canımız çok sıkkın gibi yaparız ki çevremizdekiler " canı sıkıldı bir şeye , kahve içsin tabi kendine gelsin bi" desin... O yüzdendir ki suratımızda hep bir " off ben çok yoğunum yaaa "  " bütün dertler bende " şekli oturmuştur artık... Neydi ? Evet biz özgürüz , bir de canımız kahve içmek istedi... Bazen de bunu yapmak için yavşaklık moduna geçeriz... Bknz ; Yavşaklık Mode is On --> Aa aa senin canın mı sıkkın ? Hadi gel kahve içelim , bir hava alalım kendine gelirsin...  Dışarıya da - kendim için değil şu çocuk biraz düzelsin , morali yerine gelsin diye yapıyorum herşeyi bakışı - ... Görev Tamam! Gelsin kahve , solunsun temiz hava... Ama mümkünse 10 dakikayı geçmesin lütfen ... Zaten vücut saatlerimiz otomatiğe bağlamıştır çoktan , 10 dakika sonra başın gtün oynamaya , kafanın içinde tilkiler dolanmaya başlar... Lan gideyim artık biri bişey diyecek sonra onun afrasını tafrasını çekmeyimler... Ne diyordum özgürüz biz yaa... O kadar özgürüz ki bir günde iki defa 15 dakikalık ara verip " haylazlık " yapsak , akşamına, haftasonuna arkadaşa , eşe dosta " la ben ne pçim hee" diye anlatıp, " bu kadar dağıtıyorum  ama yine de beni kovmuyorlar galba beni seviyorlar " a kadar gelen geyikler yapıyoruz mutlulukla , inanarak ... Ama özgürüz biz ya merak etmeyin... O yüzden de o gün gerçekten yataktan çıkmaz istemezsin , hiçbir şeyin yoktur aslında ama içinden hiçbir şey yapmak gelmez hele işe gitmek çalışmak ... Hiçbir şey... Ama o kadar özgürüzdür ki " bugün gerçekten canım istemiyor , gelemeyeceğim diyemeyiz" ... Ya - galiba hasta olacağızdır - ya da - çoktan olmuşuzdur bir kırgınlığımız vardır - ... Bir de konuşmanın sonuna yemi de attık mı - durumuma bakıcam , iyi hissedersem gelicem - diye tamamdır... Anca o zaman yatabilir ve ruhsal çöküntümüzü -ağız tadıyla- yaşayabiliriz... Çünkü özgürüzdür biz...  Dedikleri saatte yemek yer dedikleri saatte dinleniriz... Hatta dedikleri tarihlerde tatile çıkarız... O kadar özgürüz ki mailimizin yazı karakterini , rengini bile önceden bize söylerler... Cumartesi - Pazar' ımızda bile çalışırız , ofiste yada evden... Yılbaşını bile , öyle ayarladıkları için , Yılbaşından 15 - 20 gün önce kutlarız... O kadar kendimizden geçeriz ki o gece saat 12'ye gelirken 10' dan geriye saniyeleri sayarız... Hoş gerçi gerçekten yılbaşı günü kutlama yapsalar kim gelir o da ayrı... İnsan sonuçta böyle özelimsi günlerde "sevdikleriyle" beraber olmak istiyor... Sevmiyor musun yoksa sen ofisini bakiiimm ?? Onu da zorunlu yapsalar yine toplarlar bizi o da ayrı... Çünkü biz özgürüzdür... Bize " tamam sen gidebilirsin " dedikleri zaman diliminde , yani bize ihtiyaçları olmadığında , istediğimizi yapmamıza olanak sağlayan parayı verirler çünkü... Bizim özgürlüğümüz o paradır... Zokaların en katmerlisinin yutulduğu dönemlerden birine denk gelmişiz ne yapalım ? Özgürlüğümüzü , paramız ile yapabildiğimiz şeyler ile ölçer olmuşuz... Ve herkes buna sıkısıkıya bağlanmış... Çünkü her insanın üstünde başka bir insan var mutlaka ...Senin üstündeki de başkasına bağlı , o da başkasına...  Sistem bir şekilde bu haline gelmiş... Ve en altından en üst taraftakilere kadar herkes daha fazla " özgürlük" kazanma peşinde...  Zokayı yutmuşuz bir şekilde... Belki de  o yüzden de hep bir kopma , hep bir eller havaya halini arar olmuşuz... Oltaya takılan balık nasıl debelenirse , bizim de debelenmemiz o halde olmaktır belki... (i.s.:zaten gerçekten balığın debelendiği gibi debelensek çok fena olur hee...  ) Debelenerek , hoplayarak , zıplayarak  özgür    hayatımızı yaşamak için deşarj olmaya çalışırız... Yani o kadar özgürüzdür ki , offf... Deşarj olmadan yapamamaktayızdır... Neydi ? Özgürüz biz ... Valla bak... Hadi iki bira iç , yüzünü yıka... 

7.12.12

ofis bebekleri...

Merhaba ofis bebekleri...
Siz bizi tanımaz, bilmez, hatırlamazsınız... Ama biz sizi çok iyi tanırız... Hatta öyle tanırız ki nerdeyse kendi ailemizin bir ferdi , bizden birisinizdir... Evet bizler sizin annenizin , babanızın , teyzenizin çalışma arkadaşlarıyız... Ve doğmadan yaklaşık 3 ay önceden eşşşşek ( iç ses: evet 3 "ş" iyi oldu ) boyutuna gelene kadar ( iç ses: neden büyüme evresi olarak eşek '  i seçmişler lan acaba ? ) sizlerin her evrenizi takip ettik... Takip etmekle kalmayıp , annenizle babanızla şaşırdık , "hadi canım" dedik , " ay çok güldüm deyip" kendimizden geçtik, doğmadan önce anneniz izne çıkacağı gün toplanıp pastalar , bebek kıyafetleri ve türlü espriler içeren hediyeler aldık, vedalar hazırladık , türlü yavşaklıklar yaptık... Doğdunuz , hastaneye geldik yine toplaşarak aldığımız altını taktık... Bazılarımız işlerimizi bırakamadık ve gelemediğimiz için gelen kişilerle özürlerimizi ilettik ( i.s.: bildiğin satış lan ) ama mutlaka eve geleceğimizi söyledik ( i.s.: o daha da büyük yalan ) , size bakarak annenize babanıza artık o an odada ailede kim varsa ona benzettik , aile büyüklerinle tanıştık muhabbet ettik ( i.s.: ortamlara gelll )... İçimizden sana saydırdık.... Sonra sen hastaneden çıktın eve geçtin... İlk fotoğrafların geldi maillerle şirket içinde dolandı... Hepimiz " ayy çoook tatlııı" , "yerim ben bunu yaa" , " bu yaramaz olacak bakışlarından belli " yorumları yapıp mailleri "reply to all" yaptık ( i.s.: bende sizdenim diyorsun ) ... Ve sonra en kötüsü oldu... Anneniz babanız teyzeniz , ofise geldi, çalışmaya... (i.s. : ne çalışması yaaaa ) Ve işte biz sizin evde hergün ne yediğini , ne içtiğini , ne kadar sıçtığını dinlemeye başladık . Hem de nasıl dikkatli dinledik... Çünkü seni bize öyle heyecanla anlayıtorlardı ki , "eee  normal ki bu " desen anında anne babadan dayak tırmık bilimum şey yer , ortamdan aforoz edilir ( i.s.: çok da umurunda olur mu lan ? ) dışlanır , sevilmezsin... Seni öyle anlatıyorlardı ki gerçekten söylediklerinin büyüsüne kapılmamak elde değildi , ofis bebeği... Mesela öyle bir sıçtığını anlatıyorlardı ki sanki altın sıçıyorsun , öyle bir agu diyordun ki sanki agu değil transformatör diyorsun ( i.s: transformatör neyy yaa ? ) , öyle bir emekliyordun ki sanki emeklemiyorsun uçuyorsun anasını satayım... Yani en azından mantıklı bir insanoğlu olarak ben (i.s.: sen ?) , bu kadar heyecanlı olarak anlatılabilecek şeylerin bunlar olduğuna inanıyordum... Taa ki sen ortaya çıkana kadar ofis bebeği... Artık benim için tüm bu insan evladının normal gelişme süreci , " ohaa " , "gerçekten mi?? ", "vay bee"... Bir de ofis bebekleri hele sizle  yakın zamanlarda doğmuş başka ofis bebekleri de varsa gelsin diğer bir süperingen konu... "Seni benim çocuğa alıcam" lar ve tonla türevi ortamda havada uçulur , yine bir dolu kahkaha , yine bir dolu neşe , yine bir dolu eğlence vardır artık ortamda... Ofis bir neşe yuvasıdır ve tabi ki hepsi senin sayendedir ofis bebeği... Bu bile ne kadar inanılmaz olduğunun göstergesidir bence... Ama herşey daha bitmemiştir ofis bebeği... En kötüsü en sonda olur... Resmi tatildir... Ama şu devlet kurumlarının tatil olup bankaların ve birçok özel işletmenin açık olduğu tatillerdendir... Yaa işte şu yarım günlerin , 1,5 günlerin birleştirildiği , yapabilene 9 gün tatil olan - sanki bir daha hiç çalışmaya  o ofise geri gelmeyeceksine Cuma günü bir sevgi kelebeği olarak uçarak , artis artis çıktığın - tatillerdendir... Senin annen baban ve biz 9 günü bağlayamamış , tam tersi çekirdek kadro denen herhangi bir çekirdeği doldurduğu henüz görülmemiş  aktivite içine hapsolmuşuzdur... Vee sen annenin babanın eline tutuşturulup ofise gönderilmişsindir ofis bebeği...  Olabildiğine sevimsiz , alabildiğine şımarıksındır... Yarım saat sessiz oturduktan sonra gerçek yüzünü göstermeye başlamışsındır... Evden getirdiğin iki üç oyuncak önce annenin babanın masasında oynanırken artık tüm ofis senin oyun alanındır... Yavaş yavaş  diğer çekirdek kadro çalışanlarına yavşarsın arabanı bebeğini onların masasında oynatır ağırdan ağırdan o oyuncaklarla klavyeleri mouseları taciz edip dikkat çekmeye çalışırsın ... Bakıncada bir yerlere saklanır çaktırmadan geri bakarsın... İki dakika sonra yine aynı oyunlar için geri gelirsin... Tam ağzının ortasına bir tane oturtmalıksındır... O yüzden de tüm samimiyetimizle sana " neler yapıyorsun bakalım , araban mı var senin ? Vuu çok havalıymış " deriz sırıtan ağzımızla... Baban annen de gelir ne güzel oynuyorsun abiyle /  ablayla derler... Mutlu bir ofis ailesi olmuşuzdur anlamsız ve ihtimalsiz bir şekilde... Hee diyebilirsin ki ofis abisi/ ofis ablası beni de getirmeselermiş kodumun ofisine , canım sıkılıyor... Tabi sen de haklısın ofis bebeği ama işte seni ailen öyle bir anlattı ki kendilerince seni ofise getirince hemen bir bilgisayarı açıcan iki kod yazıcan bir rapor hazırlıcan bir sunum yapıcan filan sanıyorlar herhalde ?? Sonuçta sen zamamında agu demiş , emeklemiş sonra da "dede" demiş bir gelişkin canlısın ofis bebeği...O yüzden sana, annene/babana çaktırmadan çakmadan önce, beni rahat bırak ofis bebeği... Kendine iyi bak... Kib... Bye...

22.11.12

ve dip...

Vee sonunda burdayız... Dipte... Bir bakıma artık hareketin bittiği sözün başladığı yerdeyiz... ( iç ses: ne giriş yaptın bee, ne gerek var ? ) Sanırım kafamızda günlük yaptığımız rutinleri, işleri anlamlandıran , bunları yapmamızın bizim için gerekli olduğunu söyleyen, bizi ertesi gün de yine aynı şeyleri , aynı stresleri , mücadeleleri yapmaya hazırlayan bir merkez , bir lob ( i.s.: vay vay vay ) bir şey var  ya da yok bilemiyorum... Eğer yoksa ben niye şimdi bu kadar gaza geldim onu da bilemiyorum... Ama eğer varsa , varryaaa, varyaaaaaa... O şey belli bir yerden sonra iptal olabiliyor , benden demesi... Durup dururken değil ama korkmayın... Yavaş yavaş da değil...   Yoğun akıcı diyelim... Geliyor , geliyor ve pıt ( i.s: pıt diyorsun ?? )... Her şey o an da kopuyor işte. Çünkü "pıt"lıyorsun. Rapor diyorlar yüzüne saçma bir sırıtış geliyor , hedef diyorlar "Spider - Man " diyorsun içinden , meeting diyorlar " toplantı lan onu adı diyorsun" ... Çünkü sen artık "pıt"lamışsındır...  Pıtlamasan rapor geliyor , hedefleri mail ile attım , ok 5 dakikaya meetingdeyim diyeceksin , yüzünde , kendince işlerden yorulmuş , ben de hep koşturmalardayım yaa ama üzerinden de geliyorum ifadesi veren mağrur bir yüz ile... Ve yine pıtlamadığın için de o rapordaki bir revizeden yada "meeting"de ayaküstü "çakılan" bir iş nedeniyle mesaiye kalacaksındır. ( i.s.: iş  çakılacaksa genelde hep ayaküstü çakılır zaten... ) Mesai saatleri içersinde göreceli mutlusundur , az çok muhabbet ettiğin insanlar  vardır... Önce havadan sudan sonra biraz samimiyet kurulunca ondan bundan hafiften dert yandığın insanlar... Ama asıl arkadaşların "dışarda"dır... Gerçi onların da başka yerlerde mesai arkadaşları vardır ve onlar da aynı muhabbetleri yapmaktadır... Asıl arkadaşlarınla buluşunca ise başlar asıl şikayetler , dertler , sorunlar , saçmalıklar , aptallıklar. Anlatırsın da anlatırsın... Saatler , geceler , biralar , şaraplar , kahveler yetmez... Anlatırsın... Dinlersin... Vee sonra Pazartesi ofise asık uyuz bir suratla gidersin. Çünkü kafandaki o , neydi o , işte o yer , hala da var mı emin değilim , o yer çalışıyordur. Seni sabah kaldırmış , giydirmiş , patates çuvalı gibi servise atmış , ofise getirmiştir. Uyuzsundur , somurtuksundur , çünkü "o yer" çalışırken beynindeki diğer yerler gayet doğal olarak naabıyoruz biz burda yaa ?? demektedir. " Olm biz yaklaşık 30 saat önce bu adama giydirmedik mi ? Şurdaki adamın arabasını çizmeye karar verip son anda neyse demedik mi? Niye merhaba , günaydın diyoruz? Burdaki iş ortamını , yaptığımız bir çok şeyin gereksizliğini ispatlarıyla , anlatmadık mı? Niye aynı işi yapmak için bilgisayarı açıyoruz ? Olm hani bu iş yapılmazdı ?? Nooluuyooo laaannn , aloooo ? " demekte hatta haykırmaktadır artık... Ama kafandaki o merkez, bu haykırışları eşe dosta atılan " öff yine geldik buraya , bitsin bu güüüünn " vs konulu maillerimizi attırarak bizi susturur , bastırır, geçiştirir... Sen de susturulursun  , bastırılırsın , geçiştirilirsin... Ya da pıtlarsın... Pıtladıktan sonrası  daha da enteresandır. Zaten saçma gelen şeyler, bir de bir adım geri çekilip , dışardan bakınca daha da saçma gelir... Aptal dediğin insanlar artık "malmış la bu" seviyesine çıkar... Boş , gereksiz dediğin işleri anında unutursun bile... Çünkü sana zaten bir şey vermemekte , hissettirmemektedir bir de yapmayı bırakınca anında terkedip giderler seni... Onlar yeni pıtlamamış insanlara gidip musallat olurlar artık... Bunda da hiç sıkıntı yaşamazlar çünkü biri pıtlamışsa on  gelir , elli pıtlamamış gelir... Sen pıtlamış olarak hızla uzaklaşırsın oradan... Zaten kafa pıtlayarak mental olarak çoooktan astral seyahat moduna geçmiş  bir de bedenen uzaklaşınca , piuuuuu... Sonraki 3-5 gün "senelik izin" kıvamındadır bedenin... Çünkü yıllardır bu öğretilmiştir , alıştırılmıştır sana... Sen yılda 14 - 18 civarı işgünü dinlensen tamamsındır... ( i.s.: resmi & dini bayramlarla birleştiricen hacı, misss ) Ama ben dinlenmedim ?? - yok yok sen dinlendin sadece farkında değilsin... Aslında dinlenmemenin gün sayısıyla da alakası yoktur... Değil 15 , 30 gün verseler , bir hafta çalıştıktan sonra yine hayatındaki herşey aynıdır... Aynı göz yanması , aynı baş ağrısı , aynı saç dökülmesi , aynı kanlı gözler... Neyse 3-5 günlük senelik izin modu da geçer... İşte o zaman yavaş yavaş vücudun lan noliy ? der... Ee artık böyleyse ben ağrımam ki der başın... Ben de kızarmam , abuk sabuk kabartılar oluşturmam sağında solunda der cildin... Gözün bile gaza gelir ben de kanlanmam lan ! der o zaman (i.s:yaheyya yaheeyyaa heeyyy... 23 nisan türküsü oldu ) ... (i.s.: ulan bir saç dökülmeye devam ediyor , adi yaa ) Ve çoğu pıtlamamış insan için artık boş boş oturursun , yayarsın , salarsın , bırakırsın... Gerçekten de öyle yaparsın... Sokağa bakarsın , arabaların geçişini izlersin, dakikalarca... Kafanda başka bir düşünce olduğu için de değil gerçekten hiçbirşeyi düşünmeden arabalara, sokağa , gelene geçene bakarsın... Sonra "gerçekten ve sadece" en son ne zaman bunu yaptığını düşünürsün... Düşünürsün.... Düşünürsün... Seni pıtlatmamak için bugüne kadar herşeyi yapan "o yere", hala da var mı bilemiyorum , kocaman bir hareket çekersin , içinden ama , o anlar zaten... Lan yoksa artık bildiğin özgür müyüm lan ben (i.s: yavaşşş ) dersin... Ne olursa olsun artık zaten olan da oldu, pıtladım dersin... Yapay, sonradan  kurallarla oluşturulmuş merkez ofislerden , şubelerden , departmanlardan , müdürlüklerden ve sonra o kurallara dünyanın önemli şeyiymiş gibi tapan grup müdürlerinin, uzmanların , "supervisor"ların (i.s.: bu ne yaa?? ) yetkililerin (i.s.: kraldan kralcı adiler ), ceo' ların , yöneticilerin dünyasından çıkmışsındır ne de olsa... Bak adamlar gecemiz gündüzümüz , yaşımız , ağırlığımız belli olsun diye takvim yapmışlar , biz kendi kendimize yapmışız yani hatta o kadar kendi kendimize yapmışız ki farklı yerlerde farklı zamanlarda farklı onlarca takvim olmuş hala da var , sen gitmişsin kafayı, yememiş içmemiş aysonu mutabakatına , yılsonu hedefine , "quarterly" sunuma , yarı yıl raporuna yormuşsun... Pardon da senin ben... Neyse... Sonra kendi oluşturduğun zaman düzeninde , kendi oluşturduğun bitiş tarihleri koyup onlarca insanı bu tarihe uydurmak için mesailere evde çalışmalara zorlamışsın...Sonra işin garibi bunu ilk kim bulduysa , kimse gidip paşam bir sakin , bugün olmaz da yarın olur kasma , inletme insanları bırak evlerine gitsin dememiş , doğru lan yetiştirmek lazım deyip katlaya katlaya bugüne kadar getirmişler ... Öyle bir getirmişler ki hem de... Aysonu deyince beti benzi atan , yılsonu hedefi aklına gelince bir duble daha rakı koyan , yarı yıl raporu aklına gelince gece uykusundan zıplayan insan ordusu yaratmışlar... Bizi yaratmışlar... Bir de bunu rahat al içine , onu öp , sev kokla diye de , " çeyrek dönem sonu hedefin tutarsa uzmanlığın için yeniden konuşucam " " senden çok memnunuz yılsonunda müdürlüğün için elimden ne geliyorsa yapıcam " demişler... Biz de ehee hheeee heee heee demişiz... Hemen sevdiğimize , eşe dosta mailler atıp, anlatmışız... Sonra içten içe ulan o zaman maaş bu olur en azından, e o zaman gelsin iphonelar gitsin blackberryler  gelsin 3 günlük özel fiyatlı(i.s.:hala çakallık )  paris turları gitsin kurban bayramı birleştirmesiyle 15 günlük amerika seyahatleri (i.s.: hacı amerika' ya gideceksen en az 15 gün )  ... Bayramla birleştirilmiş uzun tatil sonrası facebook ' a bir girersin zaten durum ortadadır... Herkes paris' tedir , londra' dadır , amerika büyük kanyon'  dadır ve bunları da  "upload 4 hours ago near Avcılar"  yapmıştır. Yemi yutmuştur... Yutmuşuzdur...Hatta yılda 5 -10 gün ağzımıza çalınan bu balı ( i.s. : kesin o da glükoz şurubludur ) sevmişizdir. Yine ağzımıza çalsınlar diye de daha gazla daha fazla çalışmışızdır... Bu sarmalda kendimizi belki de bazen kaybetmişizdir ve bulunamamışızdır... Hislerimizi kaybetmişizdir... Baş , karın , ülser , mide ağrılarını histen sayarsak o ayrı tabi... Sadece ve sadece çalışmaktayızdır , haftasonları bağırıp çağırıp dertlenip sonra yeniden çalışmışızdır...  Amaaaa fazla , aşırı çalışmak dediğin şeyin,  raporun , sunumun yetişmesi için değil de  ancak evini yandaki derenin basma riski varsa ve bunun çözümünün acilen evin önüne bir duvar örmeyle engelleneceğini biliyorsan bu duvarı örmek için yada aç kalmamak adına tarladaki kabağın, kirazın, elmanın bozulmadan toplanması için olması gerektiğine düşünüp inandığında ise o "pıt" sesini duymuşsundur işte... Artık geri çekilmişsindir... Durmuş , rahatlamışsındır... Vücut saatin yat dediğinde yatarsın , kalk dediğinde de kalkarsın... Kahveni demleyip içersin... Öyle ağzın yana yana , acele acele değil... Koklaya koklaya keyfini ala ala... Saat 12:30 - 13:00' da değil karnın acıktığında yemek yersin... Dışarıyı izlersin arabaları yürüyenleri... Sonra biraz da internete bakayım dersin ...  Sonra aklına vakitsizlikten ya da vaktin olsa bile o anında ,bilgisayar ekranına bakmaktan artık gına geldiğinden, başka şeyler yaptığından , bir türlü yapamadıkların gelir... Dersin ki blog yazayım lan ben bi??!! Öyle yazarım gelene geçene olana olmayana ( i.s.: her türlü... )... Zaten dip'teyim dersin... Ben de dip' ten yazarım  o zaman dersin...Ama bu dip , son olan , boktan olan dip değil... Herşeyi bıraktığında , durduğunda , saldığında , yaydığında bulunduğun dip... Güzel bir dip yani burası... Bir de dip' i gider diiip yapar ingilizce deep' e çağırışım yaptırırsın , derin dersin yani alttan alttan ( i.s.: çakallığın bini bir para anasını satayım ) ... Boş değilim olm aslında derken bir bakmışsın , boş olmuşsun , uçmuşsun , gitmişsin... Pıt...